8 Ekim 2013 Salı

Ruh Gerçeği

Ruh Gerçeği

Yazar: Mehmed Kırkıncı, 08-7-2010
Ruh, insana hayat veren ve onu, düşünen, anlayan, idrak eden bir kişi haline sokan maddi olmayan, ölümsüz varlıktır.
Can, nefes, öz, nefis, ilham, vahiy ve Cebrail gibi manalara da gelir.İnsanda bir hakikat vardır ki, onun mahiyeti cisme ve ona izafe edilen fiillere tamamen zıtdır. O hakikatin, cismin sıfatları ile hiçbir müşterek noktasıyoktur. Onun hassaları ile cismin hassaları kıyasa girmeyecek kadar birbirinden farklıdır. Zira bu hassalar cismin tabiatına muhalifdir ve cismin yapısında bulunmaz.
Bilindiği gibi, herhangi bir cisim, ilk şekli bozulmadan yeni bir şekle giremez. Meselâ, bir cisim, aynı anda hem üçgen, hem de dörtgen olamaz. Birinci şeklini tamamen kaybetmeden ikinci şeklini kabullenemez. Gümüş bir plâka zemin üzerine bir nakış işlense, bu silinmeden, aynı zemin üzerine başka bir desen ve nakış işlenemez. Veya sûre okunmuş bir bant silinmeden, üzerine ikinci bir sûre kaydedilemez. Oysa insanda öyle bir mahiyet vardır ki, sayısız eşyanın plân ve programlarını, suret ve şekillerini, desen ve nakışlarını en küçük ayrıntılarına kadar kendi hüviyetinde yerleştirebiliyor. O mahiyette, herhangi bir sıkışma ve yer darlığı olmuyor. Birbirilerine zıt, değişik şekiller, o mahiyette unutulmadan, silinmeden, değiştirilmeden muhafaza olunuyor.
O, birbirlerinden gerek saha ve özellik, gerekse mahiyet ve yapı itibariyle farklı pek çok ilimleri kabul ve zaptediyor. Sebeb-sonuç münasebetlerini düşünüyor, kavrıyor, terkip ve tahlil ediyor. Düşüncelerini sistemleştiriyor. Kuvvedeki arzularını fiile fikirlerini amel ve aksiyona dönüştürüyor. Bütün bunlar, cismin özelliklerinden olamaz. Bu vasıflar kan ve ilikten, et ve kemikten beklenemez. Bunlar, insandaki o mahiyetin vasıflarıdır. O mahiyet, bedenle birlikte yıpranmıyor, bilâkis terakki ve teali ediyor. Nitekim insanın çocukluk ve gençlik çağlarında cismi taze olduğu halde, fikri tam gelişmemekte, ihtiyarlığında ise, bedenin çökmesine mukabil, tecrübe ve ilimle fikri dinçleşmekte ve zindeleşmektedir.
İnsanlarda ilim ve irfana karşı bir iştiyak ve hırs vardır. Daha fazla okumak, daha fazla araştırmak isterler. İşte bunlar, o mahiyetin hassalarıdır.
Bir insan kendi iç âlemini dinlediği zaman, birtakım manevî sadâlar işitir. Bu manevî sadâların bedenden gelmediğini yakînen bilir. Onların bedenden ayrı ve müstakil, yâni, mahiyet itibariyle cesetten tamamen ayrı bir âlemden geldiklerini anlar. İşte bu manevî sadâlar, ruh âleminden haber verirler.
Hem insan; mazi, (geçmiş) hâl ve istikbal ile alâkadardır. Onun meşguliyet alanı, yalnız bulunduğu an ve mekân değildir. Dost ve akrabaları, ecdad ve vatanı, millet ve bayrağı, din ve mukaddesatı ile alâkası vardır. Bu vasıflar da insandaki o mahiyetten haber verirler.
İnsan, zaman zaman coşar, gadaba gelir, korkutur, nefret eder, tiksinir, endişe duyar, ihanet eder, sever, sevilir... İlimle zinetlenir, tefekkürle derinleşir, dua ve tevekkülle kurbiyet kesbeder, tevbe istiğfar ile tasaffi eder ve sabırla müşkillerini aşar. Hadsiz iştiyaklar taşır. Binbir perde arkasındaki esrarı sezer, ezele el atar, ebedi kucaklamak ister. Faraza, dünyada ebedi kalsa da, bütün bu vasıflarında bir değişme olmayacaktır. Zira o hâdiseleri ebedî kuşatabilecek bir vüs’at ve mahiyet taşımaktadır. Bunlar, yine o mahiyetin vasıflarıdır.
İnsandaki azaların belirli görevleri vardır. Meselâ, gözün vazifesi görmek, kulağınki işitmektir. Fakat bu azaların hiçbirisi yalnız başına, alınan bilgileri değerlendirip bir hüküm çıkaramaz. Yâni göz gördüğü, kulak işittiği şeylerin isabetli veya hatalı olduğu hakkında bir hüküm veremez. Diğer azalar da böyledir. Demek ki, bu malzemeleri değerlendiren, kurcalayan, hüküm veren, tesbit ve muhakeme eden bir mahiyet vardır ve bunlar o mahiyetin özellikleridir.
Marifet ve müşâhade için, hayalen seyahate çıkan bir insan düşününüz. Bu seyyah, dünyadaki bütün marifetleri bir gonca gül gibi desteleyip fikir âlemine yerleştirdikten sonra, bir uzay gemisine binip uzaya yükselse, terakki ede ede binlerce yıldızları gezse, semâ tabakalarını, yıldız kümelerini, galaksi sistemlerini temaşa etse, sayısız âlemleri dolaşsa, o kimse, vâkıf olduğu bütün hakikatları ve müşâhade ettiği bütün sistemleri ilminde ve fikrinde aynen muhafaza edebilecek ve aynen geri getirebilecektir. O zât, dünyadaki eşyanın mahiyetine vâkıf olduktan sonra, semânın ötelerine geçse, tâ arş-ı a’lâya kadar yükselse, ebediyeti temaşa etse, varlığındaki o mâhiyet ayinesi, “Artık almaya ve kaydetmeye takatim kalmadı” demeyecektir. Bilâkis, o kabiliyet, her temaşada artacak, her hayrette ziyâdeleşecektir. Cisminde ise, bir değişiklik olmayacaktır. İşte insandaki bu mahiyet, hâdiseleri ebediyyen kuşatabilecek bir vüs’at (genişlik) taşımaktadır. Bu mâhiyetin cesetle, cisimle ne alâkası olabilir? Ebediyete uzanabilen bu hususiyetler, cismâniyetimize hükmeden o mâhiyetten haber vermektedirler.
“Nefsime baktım, gördüm ki: Hayvanat içinde beni dahi menşeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış, mû’cizâne yapmış, kulağımı açıp gözümü takmış, kafama öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalb, ağzıma öyle bir dil koymuş ki, o dimağ ve kalb ve dilde rahmetin umûm hazinelerinde iddihâr edilen bütün Rahmani hediyyeleri, atiyyeleri tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve Esmâ-i Hüsnâ’nın nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler âletler yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tadların, renklerin adedince tarifeleri o âletlere yardımcı vermiş..”1
Dikkat edilse görülür ki, yukarıdaki beliğâne ifadelerde, herşeyden önce, bir“Ben” den bahsedilmektedir. Bu “ben”, menşei olan bir katre suyun kendisi değildir. Bu “ben”, göz, kulak, dil de değildir. Bu “ben”, ruhtur. Beden ise, ruhun hanesi hükmündedir... Sultansız saray düşünülemeyeceği gibi, ruhsuz insan bedeni de düşünülemez. Hak dostu Yûnus: “Bir ben vardır bende benden içeru” derken, bu hakikata parmak basmaktadır. İşte, “Ete, kemiğe bürünüp Yûnus diye görünen” de ruhtan başkası değildir.
Bu noktaya kadar açıklamaya çalıştığımız insan ruhunun iki cephesi vardır. Bir cephesiyle müteessirdir, yâni, te’sir altındadır. Hakîm ve Kadîr olan Allah-u Azimüşşân, insan ruhunun terakki ve teali etmesi için peygamberlerini vazifelendirmiş, ruhların ta’limine onları mürebbi, (terbiye eden) muallim ve mürşid kılmıştır. Ruhların saadet ve kemâl içerisinde terakki ve tasaffi etmeleri için Cenâb-ı Hak, vahy-i İlâhisiyle hakikati, ezel ve ebed sırlarını açık bir şekilde beyan buyurmuştur. Vahyin hakikatlarını, Peygamberimizin (s.a.v) beyanlarını kabul eden ve bu hakikatların te’siri altına giren ruhlar, mânâ ikliminde öylesine bir kıymet ve keyfiyet kazanırlar ki, bu hâl ve sıfatları kâlem izah etmekten âcizdir.
Ruh, ikinci cephesi itibariyle müessirdir. Çok yönlü bir te’sir sahibidir. Bedeninde müessirdir; bütün azalarını evirir çevirir, arzu ettiği hedefe sevkeder. Maddî ve haricî âlemde müessirdir. Tamir eder, inşâ eder, yapar, çizer, tertip eder. Ayrıca kâinattaki konulardan istifade ederek, ilim ve tekniğin gücü ile birçok sahalara el atar, medeniyeti terakki ettirir. Ruh, dünya nizâmında, asayiş ve sükûnette, içtimaî ve siyasî hayatta da müessirdir. Yön verir, idare eder, etkiler, coşturur, dâva eder, cemiyeti kendi arzu ve idealine göre şekillendirmeye çalışır.
Hülâsa: İnsan ruhu, hem şu görünen âlemle, hem de görünmeyen yani gayb âlemiyle devamlı münasebet halindedir. Gayb âleminden feyz alır; şehâdet âlemine ise, ilim ve irfâniyle te’sir eder.
Ruh, bizatihi kâimdir, fakat hadis ve mahlûktur; yani, sonradan yaratılmıştır.Zâtıyla idrâk eden ruh, âzâ ve hisler vasıtasıyla bedende tasarrufta bulunur. Ruh, ebedîdir; fakat ezeli değildir. Ebediyeti Kitab ve Sünnet ile sabittir. İdrâk edicidir; idrâki ile ilgili merkezlerin en önemlisi, dimağ, yâni beyindir.
Ruh, görünen âlemdeki varlıkları hissedip anlamak için, her zaman vücuttaki organları kullanmaya muhtaç değildir. Zira rüyada, göz, kulak gibi organları kullanmadığı halde görüp işittiği vâkidir.
Diğer taraftan, ruh ile ceset arasında mâhiyet farkı vardır. Birinin yükünü diğeri taşıyamaz. Atom ve zerrelerin mâhiyetinde hayat, ilim ve irâde gibi sıfatların bulunmadığı bilinen bir gerçektir. Bütün canlı ve cansız varlıklar, ilim ve irâde gibi hassaları bulunmayan cansız, şuursuz atomlardan yapılmışlardır. Bu atomlar ne kendilerini, ne de başka bir varlığın vücudunu yapabilirler. Cenab-ı Hakk’ın emirber neferleri olan bu atomlar, bir kitabı meydana getiren mürekkebin zerreleri gibi Kâinat Kitabı’nın telifinde istihdam edilmekte veya bir binanın taşları gibi bu kâinat sarayına gönderilen hayattâr misafirlerin vücutlarının inşâsında kullanılmaktadırlar. Bilindiği gibi mürekkep başka, mânâ başkadır. Saray başka, misafir başkadır. Tefekkür, şefkat, merhamet, sevgi, korku gibi hususiyetler sarayın taşlarında aranmaz. Bunun gibi, insan ruhunun hususiyetleri de ruhun hanesini meydana getiren atom ve zerrelerde yoktur. Bunlar maddenin dışında, manevî hayata ait hususiyetlerdir. O manevî hayat, ruhtan başkası değildir. O hayat ortada iken, ruhu inkâr etmek divanelik olur. Çünkü insanın maddesini meydana getiren zerrelerin hareket etmeleri için bir muharrike, bir müdebbire,ihtiyaçları vardır. İşte o muharrik, yâni, hareket ettirici varlık ruhtur. Ruh olmazsa beden, bütün çark ve makinalarıyla âtıl bir fabrikaya döner.
İnsanlarda lütuf ve kerem, celâdet ve cömertlik gibi sıfatlar derece derecedir. Birinde damla iken, diğerinde denizdir. Eğer bunlar maddenin özellikleri olsaydı bütün insanlarda aynı derecede bulunmaları gerekirdi. Çünkü maddenin sıfatları sabittir. Öyleyse, bu özellikler bir mâhiyetten kaynaklanmaktadırlar. O mâhiyet ise ruhtur. Bu mâhiyet, ilim, marifet ve diğer sıfatların da merkezidir. Ruh maddeden mücerred bir cevher veya bir lâtife-i Rabbaniye olduğundan, onun mâhiyetini idrâk etmek, insanlar için mümkün değildir. İlim ve hikmet ehli, ruhun varlığını kabul edip, mâhiyetini çözemediklerini itirafla beraber, bu inceliği Allah’ın kendi ilmine mahsus kıldığını da kabul etmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerim, ruhun, âlem-i emirden gelen bir kanun olduğunu, mâhiyetini ancak Allah’ın bilebileceğini ve bu konuda insanlara pek az şey bırakıldığını ifade ediyor. Ruh hakkında görüş beyan eden mütefekkirlerin hareket noktası da budur. Bu noktada ne kadar ince ve derin araştırma yapılırsa yapılsın, ruhun hakikatına vâkıf olunamayacaktır.
Varlıklarını bildiğimiz hâlde, mâhiyetlerini bilemediğimiz çok şeyler vardır. Meselâ, güneş sistemini birbirine bağlayan cazibe ve dâfia, yâni, itme ve çekme kanunlarını, hararet ve elektrik gibi görülmeyen kuvvetlerin varlıklarını eserleriyle ve neticeleriyle bilir ve görürüz. Fakat mâhiyet ve hakikatlarını kavrayamayız. Ruhun da, mâhiyeti bizce meçhuldür. O, kendini, eserleri ve faaliyetleriyle gösterir.
Evet, insan kendi vücudunda akılları hayrette bırakan çeşitli tezgâhların çalıştığını (beyin, his ve akim işlediklerini) idrâk eder. Elbette tezgâh başka, tezgâhı çalıştıran başkadır. Binâenaleyh, beden tezgâhını çalıştıran, bedenden farklı mâhiyette bir varlıktır. İşte o varlık ruhtur. Aynı şekilde, müdebbir başka, tedbir edilen başkadır. Mürebbi başka, terbiye edilen başkadır. Hareket eden başka, hareketi başlatan başkadır. İşte o müdebbir, o mürebbi ve o muharrik ruhtur.
Bilindiği gibi, bir saray, ne onu meydana getiren taş, tuğla, demir, vs. için; ne de şekli, tezyinatı ve boyası için yapılır. O, ancak, içinde oturacak bir sultan için hazırlanır. İnsan bedeni de hücreler için değil, vücut sarayında oturacak efendi için yapılmıştır. Bir Sultanın işlerinin tanzimi için bir sadrazama, hariciye ve dâhiliye vekillerine lüzum olduğu gibi, beden sarayında oturan ruh sultanının da, sadrazam makamında akla, dış ve içişleri bakanları mevkiinde zahiri ve batınî hislere ihtiyacı vardır. Akıl, ruhun sadrazamı kabul edilirse, kalb de onun arşı, saltanat kürsüsü olur. Kalbde doğan bir mânâ, meselâ, “Bismillah”, fikrin tasdikinden geçtikten sonra, söz, yazı, vs. olarak tezahür eder. Bu tezahür, ruhun faaliyet ve eseridir. Görülmemekle beraber, ruhun varlığı, beden ülkesindeki fiil ve hareketleriyle bilinmektedir. O, bedenin bütün hücrelerinde hazır ve nazırdır. Meselâ, ölen bir insanın organlarında hiçbir canlılık eseri kalmaz. Öyleyse, o bedenden onun cinsinden olmayan, şuurlu ve müstakil bir hakikat ayrılmıştır. Bu hakikat ruhtan başkası değildir. Şu halde, ruhun varlığı şüphe götürmez bir gerçektir.
Bir zamanlar bir Bedevi sahrada yol alıp giderken, devesi aniden hastalanıp ölür. Bedevi taaccüp ederek devesine şöyle der; “Demek sende, senden başka bir şey var ki, o hem seni, hem beni, hem de yükümü götürüyordu. Acaba, seni, beni ve yükümü götüren o kuvvet neydi?”
Bedevi haklıydı. Zira o vücut biraz evvel yürüyor, görüyor ve yük taşıyordu. Demek o vücuttan, bedevinin göremediği birşey çıkıp gitmişti. İşte o, ruhtan başkası değildir.
Muntazaman idare edilen bir memleket bir sultanı gösterdiği gibi, beden de, onda tasarruf ve hükmeden bir ruhu gösterir. Bir ülkeyi idare eden kumandanın kendisini inkâr etmesi ne kadar garipse, bir vücudu idare eden ruhun da kendi varlığını inkâr etmesi ondan binlerce derece daha gariptir...
Düşünen her insan, vücut organlarının bizzat kendileri için, yâni, gözün göz için, kulağın kulak için... yaratılmadıklarını, aksine, bunların bir başka varlığa hizmet etmek maksadıyla halk edildiklerini kolaylıkla anlayabilir.
İnsanın, bütün varlıklardan farklı olarak, tasavvur, tefekkür ve irâde gibi hasletleri gösteriyor ki, ondaki bu sıfatların başka canlılardan tamamen ayrı bir kaynağı vardır. Bir atomdaki çekirdekleri ayakta tutan cazibe ve dâfia kanunu, onun bir nevi hayatıdır. Bitkilerde maddî yapıyı meydana getiren atomların dışında, onların büyümelerini te’min eden ayrı bir hayat ve onlara mahsus bir kanun vardır. Hayvanlarda da nebatat hayatının dışında, birtakım hislerle mücehhez ve bir nevi irâde sahibi bir ruh vardır. İnsanlarda ise, bütün canlıların üstünde ve ötesinde her çeşit his, şuur, fikir ve idrâkle donatılmış apayrı bir hayat görülmektedir.
Maddeciler bile “ruh, gerçekte var olmayıp, mücerred bir mefhûmdan ibarettir”diyerek, ruhu inkâra sapmışlarsa da, “Ancak, bilemediğimiz bir mâhiyeti vardır” sözleriyle de ikrardan kurtulamamışlardır. Esasen, maddecilerin inkârında da ruhu tasdik çıkar. Zira inkâr eden de, tasdik eden de ruhtur. Ne var ki, inkâr, onun cehline, tasdik ise ilmine delâlet eder. Zira inkâr ve tasdik birer fiildirler, fail isterler. Bu fail “Ben inkâr ediyorum” veya “Ben tasdik ediyorum” cümlelerindeki “Ben” ile ifâde edilen ruhtan başkası değildir.
Hiçbir vicdan sahibi, vücudun esası olan bu hakikattan habersiz olamaz. Zira ruhun hakikati vicdanın ayinesinde görünür. Yâni, insan vicdanen bilir ki, bu bedeni sevk ve idare eden bir başka mâhiyet vardır. Vicdanın doğruladığı şey ise, ilmî bir hükümdür, inkârı mümkün değildir. Böyle bir hakikatin inkârı, telâfisi imkânsız müşkiller ortaya koyacak, yaradılışın sırları çözülemeyecek, insan ve kâinatın gayesi anlaşılamayacaktır.
Evet, ruhun mâhiyeti, insan idrâkine sığmayacak derecede yüksek olduğu gibi, onun varlığı da her türlü şek ve şüpheden beridir. İnsan bedeninde hükümran olan o sultanı inkâr ederek hususiyetlerini sadece câmid ve cansız, kör ve sağır maddelere vermek insaniyeti vahşete doğru sevketmek olur. Bunu, temsilî bir hikâye ile tavzih edelim:
Daha önce hiç gemi görmemiş iki adam, hareket halindeki bir gemiyi seyrediyorlardı. Biri diğerine sordu:
“Şu cismi idare eden kimdir?” Öbürü cevap verdi:
“Arkadaşım, sen yanlış düşünüyorsun ve hatâ ediyorsun. Bu deniz vasıtasının mutlaka bir müdebbiri olmalı. Onu, göremediğimiz için inkâr edemeyiz. Görmemekle bir şeyin yokluğuna hükmedilemez. Bak, biz az evvel şu vasıtayı da görmemiştik, ama o yine vardı; inkâr etseydik yanılmış olacaktık. Hem sen de kabul etmelisin ki, bu cisim ilim, irâde ve hikmet ile idare olunuyor. Ona hareket emrini veren, rotasını tâyin eden, istediği yerde durduran, çarptırmadan yüzdüren, hâsılı, ona kumanda eden biri mutlaka vardır.”
Öteki, ortaya başka bir fikir attı:
“Böyle bir kumandan olmaksızın bu vasıtanın parçaları onu idare edemez mi?”
“Mümkün değil. Çünkü o parçalar, akıldan, fikirden ve ilimden mahrumdurlar. Onlar, şu yüzen cismi idare etmek şöyle dursun, kendilerini tanımaktan, vazifelerini bilmekten bile âcizdirler.”
Arkadaşı hâlâ inat ediyordu. Bu defa da şöyle dedi:
“Belki de bu işleri, o cismin akaryakıtı yapıyordur. "
Diğeri buna cevaben:
“Bu da mümkün değil. Çünkü bahsini ettiğin akaryakıt da, o cismin parçaları gibi akılsız, şuursuz ve câhildir. Âlimane, şuurkârane işleri nasıl yapsın.”
“O hâlde bu cisim kendi kendini idare ediyor.”
“Yanılıyorsun. Bu cisim, az önce bahsini ettiğimiz parçalardan müteşekkildir. Binâenaleyh bu da onlar gibi akılsız, şuursuz, kör, sağır ve câhildir. Ne kendini, ne de denizi bilir. Bu yüzen cismin kendini idare etmesi ve rotasını tâyini, kâlemin kendi kendine yazması kadar akıldan uzak bir hurafedir.” 
Bu izah karşısında öteki adam söyleyecek söz bulamadı ve sustu.
Temsildeki gemi, insanın bedeni, kaptan ise, ruhudur. Parçalardan maksat,vücuttaki organlardır. Akaryakıt ise, insan bedenindeki enerji, kan ve sair sıvılardır. İki adamdan biri ruha inanmayan bir materyalist, diğeri, ruhun
varlığını kabul eden bir mü’mindir.
Dip Notlar:
1:Şualar

Ruh Nedir

RUH NEDİR ?
İnsanlık, dünya üzerinde var olup akıl yürütmeye başladığı andan beri hep ruhu tartışmış fakat herkesin üzerinde ittifak ettiği bir sonuca varamamıştır.
Kuantum Fiziği ve evren bilimi gelişene kadar bilim adamlarının tamamına yakını madde üzerinde yoğunlaştıkları için hep materyalist düşüncenin etkisinde kalmış, soyut kavramlar olan Tanrı, ruh ve  öz benlik gibi konulara itibar etmemişlerdir. Halen günümüzde de materyalist bilimcilere göre, bir şeyin bilimsel olabilmesi için fiziksel boyutu ve laboratuarda denenebilir olması gerekir. Yani madde kökenli olması icap eder.
Halbuki, çevremizde bu tarife uymayan pek çok realite var ki, biz bunları bu tarife uymuyor dolayısıyla bilimsel değiller diye ret mi edeceğiz?  Bugün bilimden nasibi olmayan en basit kişilerin dahi bildiği üzere yer çekimi kuvveti, manyetik alanların varlığı ve etkileri, duygular, düşünceler ve daha saymakla bitmeyecek pek çok soyut kavramı bugünün bilim tarifine uymayan soyut kavramlar diye yok mu kabul edeceğiz?  Mesela, demirden mamul iki mıknatısı yan yana getirdiğimizde ortaya çıkan manyetik alanın çekim gücünü bildiğimiz halde bunun elle tutulamaması, katı, sıvı veya gaz şeklinde olmaması, fiziksel boyutlarının bulunmaması nedeni ile bilimsellik tarifine uymuyor diye bu manyetik gücü doğuran demir parçalarını bilimsel kabul edip, ortaya çıkan manyetik gücü bilim dışı mı kabul edeceğiz? Materyalist bilim halen bu tip saplantı ve çelişkiler içinde olduğu için pek çok realiteyi ret etmektedir. Yüzyıllar önce bilimsel açıdan doğru olan şeyler günümüzde birer hatadan ibarettir; bunlar da bir gerçektir.
Günümüzde insanlar ya bilimsel bilgiye sahip ama tinsel (ruhani) açıdan cahil, yada tinsel bilgiye sahip ancak bilimsel açıdan cahil, yada her iki konuda da cahil oldukları için soyut kavramlar, özellikle ruh kavramı hep farklı şekilde anlaşılmakta ve farklı şekillerde tartışılmaktadır. Bu tartışma ta kadim dönemlerden beri de böyle devam etmiş ve etmektedir.
ESKİ ÇAĞLARDA RUH
Eski çağlarda ruh ve doğa birbirinden ayrı şeyler değildi. Eski insanlara göre, doğadaki her şey, taşlar, dağlar, bitkiler, yeryüzü, gökyüzü, hayvanlar yani her şey canlıydı. Bu canlılar kutsal bir enerji ile doluydu. Doğada tanrının kendisiydi, dolayısıyla da ruhun varlığına inanıyorlardı. Onlara göre; varoluşa ve var olan her şeye yansıyan ruhun meskeni boşluktu.
ESKİ YUNAN'DA RUH
Aristo'ya Göre Ruh
Aristo'ya göre ruh, bir maddedir. Fakat bizim bildiğimiz hareket ve güç yasalarına tabi sıradan bir madde olmayıp özel bir maddedir. Bu özel madde kendisi hareket etmese de bedenin eylemlerini belirleme ve kontrol etme gücüne sahiptir. Beden potansiyel olarak aktif, gerçekteyse hareketsizdir. Ancak ruhun yönetimiyle hareket eder ve eylemler gerçekleşir. Beden, ruh olmaksızın hiç bir şey ifade etmeyen yoğunlaşmış büyük bir enerji kütlesidir. Böylece Aristoruhun var olduğunu kabul ediyor ve kendisi hareket etmediği halde tüm canlıların hareket etmesinin bir nedeni olduğunu savunuyordu. Kütlesi olan şeyler dışındaki, şeylerin de (ruhun) gerçek olacağına inanıyordu.
Aristo, özel   bir maddeden ibaret olduğunu iddia ettiği ruhun, bedeni hareket ettirdiğini ancak kendisinin bir bedeni olmadığını dolayısıyla hareket etmediğini söylüyordu.
Platon'a Göre Ruh
Plato,  Aristo'nun hocasıdır. Platon, Aristo'nun madde temelli ruh görüşüne katılmıyordu. Kendisi maddenin ötesinde var olabilen bir ruh kavramını benimsemişti.
Platon'a göre ruh; saf, değişmez, yalın, görünmez, tutarlı ve ölümsüzdü. Ruh mantıklıydı, bütün gerçekliği net bir şekilde görebiliyordu. Platon ruhun bedenden ayrı bir şey olduğunu düşünüyordu. Ancak yine de bedende bulunduğunu sanıyordu. Ruh her ne kadar soyut bir madde olsa da, tıpkı somut maddeler gibi asla evrende yok edilemez diyordu. Ona göre ruh, ebediydi.
Platon, bir bedende olması nedeniyle ruhun bozulacağını, kirleneceğini fakat her şeye rağmen yok edilemeyeceğini ve ölümsüz olduğunu söylüyordu. Ona göre ruhun kötülüğü bedene zarar veremez, bedenin kötülüğü de, bedeni yok etse dahi ruha zarar veremezdi.
Buda'ya Göre Ruh
Buda zamanındaki bilginlerin ve alimlerin ruha sorgulamadan inanmalarının aksine şüpheyle yaklaşıyordu. Buda deneysel olarak test edebileceği her şeyi sorguluyor, test edemeyeceği şeyleri de sorgulamıyor ve ret ediyordu. Yani  kanıtlanamayan her şeyi yok sayıyordu. Dolayısıyla varlığını deneyimle kanıtlayamadığı ruhu da yok sayıyordu.
Budizm, ruhun varlığına inanmamasına rağmen ruh göçüne yani reaknasyona inanıyordu.
DİNLER AÇISINDAN RUH
Özellikle batı dinlerinde ruh, kendisini yaratan Tanrı'nın kararı gereğince cennette veya cehennemde yaşar, tek bir ömür için yeryüzüne iner ve indiği bedenin ölümüyle de sonsuza dek yerine döner. Batı dinleri ölümden sonra dirilişi kabul eder, fakat ruh göçünü yani reaknasyonu kabul etmez.
İslam dinine göre, ruh için; can , canlılık, Cebrail şeklinde tanımlar getirilmişse de kesin bir  tarifi yoktur. Ruhhakkında yazılan, anlatılan şeylerin hepsi daha ziyade ilahiyatçıların ve tasavvufçuların kişisel  yorumu ve kaynağı kesin olmayan hadislerdir. Bu görüş ve yorumlara göre ruh, bir ruhsal (ilahi) enerjidir. Anne karnındaki cenin belli bir döneme girdiğinde ruh bu bedene girer ve anne karnındaki gelişim döneminden başlayarak bedenin ölümüne kadar bu bedeni yönetir. Bedenin ölümü ile bedeni terk ederek sonsuz yaşam yerine, boşluğa göç eder. İslam anlayışına göre, her insanın bir ruhu vardır. Bu ruh tekrar dünyada başka bir bedene girmez, yani ruh göçü dediğimiz reaknasyonu genelde diğer dinlerde olduğu gibi İslam din adamları da reddeder. Fakat bu konu ilahiyatçılar arasında tartışmalıdır.
Kuran'da ruh kelimesi değişik anlamlarda bir çok ayette geçmesine rağmen, ruhun ne olduğunu açıklayan hiçbir ayet yoktur. Bizim konumuz ile ilgili tek bir ayet ise, 17/150 İSRA SURESİ 85. AYET'i "Ve sana ruhtan sorarlar. Dedi ki:"Ruh Rabbimin emrindedir ve size ilimden sadece az bir şey verilmiştir" bu ayetten de anlaşılacağı üzere ya insanlara ruh hakkında bilgi verilmek istenmemiş, yada ileride Kuantum Kuramlarına göre açıklamaya çalışacağım üzere ruh kavramını, o günkü insanların bilgilerinin bu karmaşık düzeni kavrayabilecek düzeyde olmaması nedeni ile  daha net bir açıklama getirilmemiştir. İşin aslını Allah bilir.
Neticede bütün dinlerde ruh kavramı sadece inanç olarak benimsenmiş, fakat somut bir açıklama yapılamamıştır; yapılan açıklamalar da kişiseldir.
Madde üzerine inşa edilmiş olan klasik fizik kuralları ile uğraşan materyalist bilim adamları ise sadece somut şeylere kafa yormuş , soyut olan kavramları bilim dışı diye reddettikleri için ruh kavramını da reddetmiş ve bu konuyla uğraşmamıştır. Ancak filozoflar ve din adamları bu konuda kendilerine göre bazı açıklamalar getirmeye çalışmıştır. Bu grupların dışında kalan tüm insanlar da bunu sadece bir inanç olarak yaşamlarına katmıştır.
Düşünce de soyut bir kavramdır. Düşünmeden somut bir şeyi ortaya çıkaramayız. Demek ki, soyut olmadan somut olmuyor. İkisini birbirinden ayrı düşünmek hataların en büyüğüdür. Einstein bile "İnançsız bilim, bilimsiz inanç olmaz" demiş.  Bugüne kadar sadece somut kavramları dikkate alan bilim ve bunun ortağı ve işbirlikçisi sanayileşme bizleri kendi kurduğumuz tuzağa düşürmüş ve dünyada gelinen noktada nüfusun %10'dan azının çok iyi yaşadığı, %90'dan fazlasının sefalet içinde olduğu bir dünya düzeni ortaya çıkarmıştır.  Sömürü bilimin hizmetçisi haline getirilmiştir. Sadece somut nesneler üzerine inşa edilen bilimin dünyayı getirdiği nokta budur.
Kuantum fiziğinin ortaya çıkması ile maddenin anlamı değişmiş, klasik fiziğin pek çok kuralı yerle bir olmuş ve somut ile soyut olan iç içe geçmiştir. Artık soyut olan pek çok şey Kuantum Fiziğine göre bilimsel kavramlar içine girmiştir.
Şimdi meşhur fizikçilerden Prof. David Bohm ve Dr. Fred Alan Wolf görüşlerinden yola çıkarak, soyut olan ruhkavramını Kuantum Fiziği açısından irdelemeye çalışacağım.
KUANTUM FİZİĞİNE GÖRE RUH
Kuantum Fiziğine göre ruhu tanımlayabilmemiz ve nasıl ortaya çıktığını kavrayabilmemiz için önce her şeyin kaynağı ve yaratıcısı olan adına boşluk denen uzay boşluğu hakkında bir fikir sahibi olmamız gerekir.
BOŞLUK
Fizikçilerin hesaplamalarına  ve günümüzdeki görüşlere göre maddi evren, bundan 15 milyar yıl önce bing-bang dediğimiz bir patlamayla (genişlemeyle) hiçlikten yaratıldı. Bir teoriye göre de, bundan 20 milyar yıl sonra büyük bir çöküşle evrenin sonu gelecektir. Evreni şişmiş bir balon gibi düşünürsek; evrendeki galaksiler, yıldızlar, gezegenler balon yüzeyindeki birer şekiller gibi adacıklar şeklindedir. Bunların arasında boş alanlar ve kendi aralarında mesafeler vardır. Bu balonu üflemeye devem ettiğimizde balon yüzeyi daha da genişlemekte ve balon üzerindeki şekillerin arası açılmaktadır. Yani evren genişlemeye devam ettikçe galaksiler, yıldızlar ve güneş sistemleri arasındaki mesafeler de artmakta , evrendeki boşluk da büyümektedir.
Kuantum kuramına göre; galaksiler, yıldızlar, ve güneş sistemleri arasındaki bu boşluk aslında boş olmayıp, dalgalanma halindeki pozitif ve negatif enerjilerle doludur. Dolayısıyla bu boşlukta madde, anti madde, enerji, ruh, öz ve soyut parçacıklar gibi sıra dışı pek çok olguya rastlanabilir. Bu boşluk, bardağa dökülen bir gazozun veya coca colanın çıkardığı  köpük gibi köpürerek madde ve enerji püskürtür.
Fizikçilere göre; boşluğun anlamı, kapalı bir kaptaki tüm madde ve enerjiyi çıkarmanız halinde geride kalan şeydir. Tüm enerjiyi ve maddeyi çıkarmanıza rağmen geride halen mucizevi şekilde bir şeyler kalır. Fizikçiler buna sıfır noktası enerji adını veriyorlar. Sıfır noktası enerji, Kuantum Fiziğinin getirdiği bir kavramdır. Yoksa klasik fizik bize sadece nesnelerin enerjisinin olduğunu öğretmiştir.
Werner Heisenberg'in belirsizlik ilkesine göre, bir boşluktaki tüm enerjiyi ve maddeyi çıkarıp alsanız, hatta boşluğu mutlak sıfır (-273,3 derece) derecesine kadar soğutsanız bile, büyük miktarda enerji boşlukta kalacaktır. Bunun adına da Sıfır Noktası Enerjisi denmektedir.   Bunu bir örnekle açıklarsak; bir sarkacı sallamaya başladığımızda sarkaç uzun bir süre sallandıktan sonra enerjisi tükenecek ve salınımı yavaşlayarak sonunda duracaktır. Yani klasik fiziğe göre durum budur. Oysa Kuantum fiziğine göre, sarkaç en hareketsiz halindeyken bile durduğu yerde gözle görünmez bir şekilde titreyecektir. Bu sarkacı mutlak sıfır noktasına kadar soğutsak bile bu titreşim devam edecektir. Kuantum titreyişi hiç kesilmeyecektir. Yani sarkaç, durmuş olduğu sıfır noktasında bile enerjiye sahiptir.

Ruh nedir, ruh bedenden ayrılır mı?

Ruh nedir, ruh bedenden ayrılır mı?
İnsanlar dünyaya geldikten sonra yemek yemek, yürümek, koşmak, konuşmak, okumak, yazmak, çeşitli aletleri kullanmak, resim yapmak, hesap yapmak gibi birçok şeyi anne ve babalarından, büyüklerinden, hocalarından, çevrelerinden öğrenirler, öğrenerek gelişir, yetişkin birer varlık olurlar. Peki, o çocuklar insan olmanın en önemli becerisi olarak kabul ettiğimiz düşünmeyi kimden, ne zaman ve nasıl öğrenirler? Kimseden, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde!
İnsanlar gerçekten de düşünmeyi kimseden öğrenmezler çünkü düşünmek dediğimiz, erdem olarak kabul ettiğimiz eylem, biz insanların bilinçli olarak yaptığımız, dolayısıyla öğrenebileceğimiz, geliştirebileceğimiz ve başkalarına öğretebileceğimiz bir eylem değildir. Biz düşünmeyi ne öğrenebiliriz nede başkalarına öğretebiliriz çünkü bütün insanlar doğuştan düşünmeyi bilerek dünyaya gelirler.  En eğitimsiz, kör cahil, geri zekâlı insan bile düşünebilir.
İnsan ruh ve beden” den oluşan bir canlıdır ve onu tam olarak anlayabilmek içinde birbirinin ayrılmaz birer parçası olan “ruh ve beden” in oluşturdukları bütünlük çerçevesinde ne olduklarını ve bunların her birinin neler yaptıklarını anlayabilmemiz ve birbirlerinden ayırt edebilmemiz gerekir. Bu nedenle de ruhun mu yoksa bedenin mi düşündüğü sorusu sorgulanması ve cevaplanması gereken önemli bir sorundur. Hatta daha da önemli olan ruhun mu bedeni yönettiği, yoksa bedenin mi ruhu yönettiği, yönlendirdiği sorusu apayrı bir sorundur.
Ruh da beden de bizim doğuştan sahip olduğumuz, insan olarak tanımladığımız bütünlüğün iki ayrı yarısıdır ve bunların birbirlerinden bağımsız olarak varlıkları söz konusu değildir, düşünülemez. Ne ruhsuz bir beden, ne de bedensiz bir ruh ne görülmüştür ne de görülecektir. Bu nedenle de birbirinden ayrılması mümkün olmayan ruhun ve bedenin işlevlerini göz önüne alarak bunların birbirinden farklılıklarını anlamaya çalışmakta fayda olacaktır.   
Beden olarak tanımladığımız insanın yarısı birbirinden farklı işleve sahip birçok organdan oluşan doğal, elimizle dokunup, gözümüzle görebildiğimiz nesnel bir bütünlük ve sonuç itibariyle de etten, kandan, kemikten müteşekkil bir organizmadır.  Örneğin ciğerlerimizin veya midemizin bütünlük içindeki görevleri birbirlerinden farklıdır ve en önemlisi de her organ neyi ve nasıl yapacağını bilir. Bu nedenle de biz ciğerlerimizin veya midemizin görevini yerine getirirken neler yaptıklarını ne hissedebiliriz ne de bilebiliriz. Bilinçli olarak herhangi bir organımızın işleyiş biçimine müdahale etmek gibi bir şansımız da yoktur.
Düşünmek, bedenimizin bir organı olan beynimizin gerçekleştirdiği sıradan, en ufak bir entelektüalite gerektirmeyen, göreceli olarak basit bir “bilgi işlem” operasyonudur. Bu nedenle beynimizin kendi işlevi çerçevesinde gerçekleştirdiği bu zihinsel aktivitede ruhumuzun, bilincimizin yaptığı ve yapabileceği en ufak bir şey yoktur. Bedenimizin bir organı olan beyin bu “bilgi işlem” operasyonlarını kendiliğinden gerçekleştirir ve gerçekleştirdikçe, yani düşündükçe ruhumuz içinde yaşadığı dış dünyanın farkına varır, bilincine erişerek kendi kimliğine, kişiliğine, varlığına kavuşur. Diğer bir ifadeyle de ruhumuz organik, nesnel, maddi bir varlık değil, düşünen beynin sağladığı farkındalığın oluşturduğu bilinçsel ve bir anlamda da sanal bir varlıktır. Ama netice itibariyle biz ruhumuz, bilincimiz veya aklımız olduğu için düşünmeyiz, aksine beynimiz gerçekleştirdiği “bilgi işlem” operasyonları vasıtasıyla düşünebildiği için bizde pratik anlamda “ruh ve beden” ayrımını yapamadığımız için düşündüğümüzü zanneder ve sonuçta da ruhsal, bilinçsel varlığımıza kavuşuruz.   
Beyin bedenimizin diğer organları gibi doğuştan bütün işlevlerini yerine getirme becerisine sahiptir ve nasıl gözümüzün görmeyi, kulağımızın işitmeyi öğrenmesine gerek olmadığı gibi beyninde düşünmeyi veya diğer fonksiyonlarını gerçekleştirme biçimini öğrenmesine gerek yoktur. Bütün organlarımız gibi beynimizde doğuştan bütün işlevlerini yerine getirebilecek şekilde varlığına kavuştuğu bilinen, gözlemlenebilen bilimsel bir gerçekliktir. Bu nedenle de 1-2 yaşındaki ufacık bebelerin beyinleri bile pekâlâ düşünürler. Sadece bebekler mi? Hayır, bütün merkezi sinir sistemine ve beyne sahip olan hayvanlarda düşünürler, onların da bizler gibi doğuştan akıl ve zekâları vardır. Bu nedenle de “düşünmek” olarak tanımladığımız ve beyinde gerçekleşen“bilgi işlem” operasyonları bedensel işlev oldukları için öğrenilmez, öğretilemez. Görmeyi, işitmeyi, koku almayı öğrenebilir miyiz? Hayır, bunların hiç birisini öğrenemeyiz ve öğrenmemize de gerek yoktur. Bütün bu ve bunlara benzer organlar işlevlerini yerine getirebildikleri için düşünmeyi de öğrenemeyiz, öğrenmemize de zaten gerek yoktur. Görme, işitme veya koku alma gibi örgensel becerileri zamanla geliştirebilir miyiz? Hayır! Ama sağlık sorunlarına paralel olarak zamanla daha az görmemiz, daha az işitmemiz daima söz konusu olabilir. Kısacası zamanla görme veya işitme gibi becerilerimizi geliştiremeyiz ama onları her zaman kısmen veya tamamen yitirebiliriz. Aynı nedenle de beynimizin zamanla daha iyi düşünebilmesini bekleyemeyiz. .
Beyin günde 50-80 bin civarında “bilgi işlem” operasyonu gerçekleştirerek bedenin bütün fonksiyonlarını koordine eden, yöneten otomatik bir kumanda merkezi gibi son derece önemli bir organdır. Beyin olmasaydı hiçbir organımız işlevini yerine getiremezdi. Sapa sağlam gözlere ve kulaklara sahip olmamıza rağmen ne görebilir, ne işitebilirdik. Çünkü bu organlar dış dünyanın seslerini ve görüntülerini toplayacak ve beyne iletecek şekilde evrimsel süreçlerini tamamlamış ve varlıklarına kavuşmuşlardır. Gözümüz kendi başına görmez, kulağımız işitmez. Bu organlar dış dünyanın optik ve akustik fiziki verilerini toplar ve beyne iletirler. O seslerin ve görüntülerin işitilir ve görünür olması, dolayısıyla dış dünyamızın kafatasımızda canlanması beyin sayesinde gerçekleştirilir ve ancak bütün bu işlemlerin sonunda da ruhumuz söz konusu o seslerin ve görüntülerin bilincine varır. Kısacası gözümüz görmez ama beynimiz gözden gelen verileri toplar, görüntü haline çevirir ve en nihayetinde de ruhumuz görüntünün bilincine erişir. Gözümüz sağlık sorunları nedeniyle işlevini yerine getiremediğinde de ruhumuz hiçbir şeyi görememiş olur. 
Büyük ölçüde dinler, filozoflar, düşünürler, aydınlar, yazarlar tarafından belirlenen kültürlerimiz binlerce yıldan beri en ufak bir dayanağı olmamasına rağmen ruhun ölüm sonrasında bedenden ayrıldığını ve ruhlar âlemine göç edip daha ileri bir zamanda yeniden bir bedene girerek ruhsal yaşamını sürdürdüğünü, yeniden canlandığını ileri sürerler. Oysa bu varsayımın en ufak bir dayanağı yoktur ve beden ölüp toprağa gömüldüğünde ruhsal yaşamda sona erer. Beyin ölümü gerçekleştiğinde dünyaya ilişkin farkındalığımız da sona erer. Yukarıda da belirtildiği gibi gözünü, kulağını ve en önemliside beynini yitiren ruh kör sağır, beyinsiz bir varlık olur ki ona da artık varlık bile demek mümkün olmaz.  
Beynimiz olmasaydı veya işlevini yerine getiremeseydi hiçbir duyu organına sahip olmayan ruhumuz yaşadığı dış dünyanın farkına varamazdı. Zaten beyin ölümü gerçekleştiğinde her şeyin bittiği de bilinen bir gerçekliktir. Örneğin alzheimer hastalığı ruhsal değil bedensel, beyinsel bir hastalıktır ve Alzheimer hastalarının yaşadıkları çoğu şeyi unutmaları, geçmişte yaşadıkları anılarını hatırlayamamaları ruhun ve bedenin işlevleri daha iyi anlayabilmek açısından son derece açıklayıcı bir örnektir.
Hatırlama olarak tanımladığımız zihinsel eylem tamamen beyinde gerçekleşen bir eylemdir. Beyin hatırlar ve ruhumuzda beynin hatırladıklarının bilincine varır. Beynin unuttuğu bir şeyi ruhun hatırlaması söz konusu değildir. Bu nedenle de beyin Alzheimer hastası olduysa ruhumuz da dolaylı olarak Alzheimer hastalığının unutmak veya hatırlayamamak gibi etkilerinden nasibi alır. Oysa eğer ruh gerçekten varsayıldığı gibi tek başına varlığını sürdürebilir ve “ölümsüz” olsaydı Alzheimer hastalığından etkilenmemesi, dolayısıyla da her şeyi hatırlayabilmesi gerekmez miydi?
Eğer ruh ve beden ayrılığı mümkün olsaydı bedenden ve onun bütün organlarından yoksun bir ruh kör, sağır, dilsiz ve her şeyden önemlisi de beyinsiz, dolayısıyla hiçbir şey bilmeyen, hatırlamayan, düşünemeyen bir varlık olmaz mıydı? Dinler ölüm sonrasında ruhumuzun cennete veya cehenneme gideceğini ve orada tanrıya geçmiş yaşamlarında yaptıklarının hesabını vereceğini iddia ederler. Oysa ruhun beden ölümü gerçekleştikten sonra herhangi bir yere gitmesi söz konusu olamaz. Kaldı ki bedeni toprak altında çürümeye terk edilen ruh varlığını sürdürse bile gözleri, kulakları ve en önemlisi de beyni olmayacağı, dolayısıyla kör, sağır, dilsiz ve de beyinsiz bir ruh olacağı için hiçbir şey hatırlayamayan, düşünemeyen bilinçsiz bir varlık olurdu. Öbür dünyaya giden ama artık hiçbir şeyi hatırlamayan ruh o dünyada neyin hesabını verebilirdi?
Beyin duyu organları vasıtasıyla dış dünyasından aldığı verileri toplamak, onları değerlendirmek ve bedeni yönetmek ile kalmaz bütün bunların yanı sıra ileride yapacağı “bilgi işlem” operasyonlarında kullanmak üzere “bilgi” selleştirir ve bunları sayıları milyarları bulan hücrelerine kaydeder. Biz hangi bilgimizin nerede kayıtlı olduğunu, bu bilgilerin nasıl kaydedildiğini veya beynin gerektiğinde o bilgilere nasıl erişip, onlar vasıtasıyla nasıl düşündüğünü, bilgi işlem operasyonları yaptığını bilmeyiz. Bu nedenle de bilinçli olarak beynimize müdahale edip onun işleyiş biçimini etkilemek ve özellikle de “bilgi” oluşturmak biçimini belirlemek, geliştirmek gibi bir şansımız yoktur.
Beynin “bilgi” oluşturmak, bunları kaydetmek, düşünmek ve bütün organları yönetmek dışında en önemli işlevlerinden biride “duygu” ları belirlemektir. Aynı düşünce biçimimizde de olduğu gibi duygularımızın kendimiz, bilincimiz tarafından belirlendiğini varsayarız. Oysa buda bir yanılgıdır. Çünkü biz hiçbir şeyi istediğimiz için sevmez, ondan korkmaz veya nefret etmeyiz, iğrenmeyiz, öfkelenmeyiz. Duygusal yaşamımızın bütün çeşitliliği de düşüncelerimiz gibi beyin tarafından belirlenir ve ruhsal bir varlık olan bizler de beyin tarafından belirlenen söz konusu duygusallık haline gireriz. Hatta daha da ötesi içinde bulunduğumuz duygusallık hali bizim istencimiz dışında beden dilimize de yansır ki duygusallığın beden diline yansımasını hayvanlarda çok daha belirgin bir şekilde gözlemlemek mümkündür. Örneğin kedinin veya köpeğin şekilden şekle giren kuyrukları, yüz ifadeleri onların belli koşularda ne tür bir duygusal ortamda bulundukları hakkında bize ipuçları verirler.
İnsanlarda da duygusal yaşam farklı değildir. Beyin tarafından belirlenen duygularımız yine beyin tarafından üretilen hormonlar vasıtasıyla beden dilimimize yansır ve hatta çoğunlukla da duygularımızı gizlemek amacıyla beden dilimizi bastırmaya, gizlemeye çalışırız. Bütün bu nedenlerle de duygularımızın beyin tarafından belirlenen ve tüm bedene yayılan çeşitli durumlar karşısında gösterilen, gösterilmesi gereken “tepki” ler olarak kabul etmemiz gerekir. Değişik bir ifadeyle de duygularımızın beyin ile beden arasındaki gösterilmesi gereken tepkileri iletmeye yarayan bir tür “iletişim dili” olduğunu söylemek mümkündür. Örneğin beyin bedene sözlü bir ifadeyle “öfkelen!” şeklinde bir mesaj veya talimat vermez ama salgıladığı hormonlarla bedeni öfke havasına sokar ve yönettiği kişinin öfkelenmesini sağlamış olur. Sonunda da insan beyin tarafından itildiği duygusal ortamın gereğini yapar. Sevmesi gerekiyorsa sever, öfkelenmesi gerekiyorsa da yakar, yıkar ama sonuçta da her ne yapıyorsa yapsın “akıl” devreye girmediği müddetçe beyin tarafından belirlenen duygusallığı doğrultusunda ve çerçevesinde yapar. Ama netice olarak duyguların belirlendiği kaynak insanın ruhu değil beynidir ama beynin midemizin, işkembemizin, ciğerimizin ve bütün diğer organlarımızda da olduğu gibi ne yazık ki aklı yoktur.  
Beyin bütün meziyetlerine karşılık kendiliğinden “bilgi” üreten bir organ değildir. Beyin dış dünyadan duyumsadığı verileri “bilgi” selleştirir, bu “bilgi” leri ileride yapacağı “bilgi işlem” operasyonlarında kullanmak üzere gri hücrelerinde kaydeder. Yeri ve zamanı geldiğinde de bu “bilgi” lerden yararlanarak çeşitli olaylar ve olgular karşısında verilmesi gereken “tepki” leri belirler ve en nihayetinde de söz konusu “tepki”lerin fiziki, bedensel eylemlere dönüşebilmesi için “duygu” ları tetikleyerek insanı harekete geçirir. Kısacası beyin içinde yaşadığı dış dünyayı duyumsayan, onu “bilgi” selleştiren, bu “bilgi” lere dayanarak “bilgi işlem” operasyonları yapan, düşünce ve “duygu” lar yoluyla bedeni kendince rasyonel tepkiler verecek şekilde yöneten ama bu arada da ruhu bilinçlendiren bir tür otomatik kumanda merkezidir.
Beyin muhakkak ki doğanın günümüze kadar var ettiği en karmaşık ama en mükemmel organlardan birisidir ancak ne var beynin iletişim yoluyla dış dünyasından duyduğu söylemlerin yaşanan “gerçek” liği hangi oranda ifade ettiği konusunda büyük bir sorunu vardır. Şöyle ki beyin nasıl gördüğü görüntüleri veya sesleri“gerçek” olarak kabul edip “bilgi” selleştiriyorsa aynı şekilde diğer insanlardan çoğu zaman duyduğu söylemleri de “gerçek” olarak kabul ederek “bilgi” selleştirir. Oysa insanların iletişim yoluyla birbirlerine ifade ettikleri söylemlerin önemli bir bölümü yaşanan “gerçek” liği ifade etmeyen, hayal ürünü, varsayımlara dayalı hatta uydurulmuş söylemlerdir. Örneğin bizim için sıradan bir canlı hayvan olan inek veya fare gibi canlılar milyonlarca insan için kutsallıklarına inanılan canlı varlıklardır. Oysa söz konusu kutsallıkların yaşamın, doğanın gerçekliği ile ilgili en ufak bir dayanağı yoktur. Ama beyin duyduğu söylemlerin “gerçek”olup olmadıklarını sorgulayamadığı için o coğrafyalarda yetişen insanlar da beyinlerinin yönlendirmesi doğrultusunda varsayılan kutsallıklara inanır ve bu “gerçek” lik dışı inançlar üzerine kurulu “ezberci” yaşam biçimleri sergilerler. Benzer şekilde Müslümanlarda domuz gibi milyarlarca insanın afiyetle tükettiği bir başka doğal canlı varlığın etinin yenmesini haram ve günah olarak kabul eder ve domuzdan iğrenerek yaşarlar. Oysa doğada var olan hiçbir varlık ne kutsaldır ne de haram. Çünkü gerek kutsallık ve gerekse de haramlık yaşamın gerçekliğinin bir ifadesi değil insanların kendi akıllarınca bazı varlıklara yükledikleri ama en ufak bir dayanağı olmayan, “gerçek” lik dışı, uydurulmuş, anlamsız özelliklerdir. Diğer taraftan domuzun milyarlarca insan tarafından sempatik, Müslümanlar tarafından ise iğrenç bir hayvan olarak kabul edilmesi ve “algı” lanması da insanların duygusal yaşamlarının içinde yetiştikleri kültürel dünyaları tarafından belirlendiğinin açık ve net bir göstergesi olarak kabul edilmelidir.   
Beynin ineğin, farenin kutsallığı veya domuzun haramlığı örneğinde olduğu gibi yaşamın “gerçek” liği ile en ufak bir ilgisi olmayan varsayımları da “bilgi” selleştirip insanı bilinçlendirmesi ruhun en önemli sorunlarından birisidir. Çünkü beyin dış dünyadan aldığı verileri “bilgi” selleştirme sürecinde bu verilerin “gerçek” olup olmadıklarını sorgulayamadığı için “gerçek” olan ile olmayanı ayırt edemez ve zorunlu olarak da gri hücrelerine kaydettiği her “bilgi” yi “gerçek” olarak kabul eder. Sonuçta da organik de olsa bir “bilgi işlem”aygıtından başka bir şey olmayan beyin tarafından yönetilen, bilinçlendirilen ruh “gerçek” lik dışı, sahte, yalan yanlış, uydurulmuş “bilgi”lerle bilinçlendirilmiş ve ister istemez içinde yaşadığı “gerçek” doğaya, yaşama yabancılaştırılmış olur. Ruhun içinde yaşadığı “gerçek” doğaya ve yaşama yabancılaşması ise insanlık adına kelimenin tam anlamıyla bir felakettir.
İnsanlar ile hayvanları karşılaştırdığımızda evrim sürecinde insan adına pek de hoş sayılmayacak bazı olumsuzlukların ortaya çıktıklarını görmemek mümkün değildir. Örneğin hayvanlar ne yaparsa yapsınlar asla davranış bozukluğu olarak tanımlanabilecek davranışlar sergilemezler. Hayvan davranışları daima yaşamsal bir amaca yönelik ve rasyonel, akılcı davranışlardır. Buna karşılık insanların giderek artan bir şekilde davranış bozuklukları göstermeleri ve ciddi bir şekilde ruhsal, psikolojik sorunlar yaşamaları bilinen, gözlemlenebilen realitelerdir. İnsanlar her geçen gün artan bir şekilde psikolojik tedaviye muhtaç hale gelmeye başlamışlardır. Hayvanlar yaşamsal bir zorunluluk yoksa örneğin zevk için şiddet uygulamazlar. Oysa sadizm veya mazoşizm gibi sapkınlıklara insanlarda sıkça rastlanır. Hayvanlar ve özellikle de dişiler kendi doğurdukları yavrularına asla şiddet uygulamazlar ama başta anneler olmak üzere tüm insanlar yavrularına şiddet uygulamakta bir sakınca görmedikler gibi “dayak cennetten çıkmadır” veya “kızını dövmeyen dizini döver” gibi “akıl” dışı uydurulmuş kültürel bilgelikler göstererek çocuklarına karşı uyguladıkları şiddete meşruiyet kazandırırlar. İnsanlarda nesiller arası anlaşmazlıklar ve çatışmalar her geçen gün büyüyen bir sorun haline gelmiştir. En önemlisi de hayvanlar doğal olarak kısıtlı, duyu organlarıyla geliştirebildikleri kadarıyla “bilgi” birikimine sahiptirler ama her hayvan kendi türünün diğer mensupları kadar “akıl” lıdır. Çünkü canlıların sahip oldukları“bilgi” birikimi ile “akıl” düzeyleri arasında hiçbir bağlantı yoktur. Örneğin tilki, fare, karga, yunus, şempanze gibi birçok hayvan türünün ne kadar “akıl” lı varlıklar olduklarını muhakkak ki herkes bilir veya gözlemlemiştir. Buna karşılık hayvanlarda aynı türün mensupları arasında “aptal” hayvan örneğine rastlanmaz. Örneğin zeki yaratıklar oldukları bilinen bir tilki veya bir fare ne kadar akıllı ve zeki ise diğer hemcinsleri de o kadar akıllı ve zekidir. Her hayvan, türünün bütün diğer mensuplarıyla aynı düzeyde akıllıdır veya diğer bir ifadeyle de aynı türün mensupları arasında “akıl” düzeyleri açısından farklılık bulunmamaktadır. Daha açık bir ifadeyle aptal bir hayvana rastlamak mümkün değildir. Çünkü sadece duyu organlarıyla dış dünyasını duyumsayan hayvan dış dünyasını % 100 gerçekçi bir şekilde algıladığı ve varsayımlara dayalı öğrenilmiş, koşullandırılmış davranışları olmadığı için asla “aptal” laşmaz.
İnsanlarda ise durum çok farklıdır ve örneğin Aziz Nesin’in de ifade ettiği gibi Türklerin % 60 oranında aptal oldukları söylenmektedir. Ancak ne var, Aziz Nesin’in belirttiği yüzde oranının “gerçek” liği tartışmaya açık bir konu olsa da sadece Türklerin değil bütün insanlığın önemli bir bölümünün çok da “akıl” lı olmadıkları genel olarak bilinmektedir. İster inanalım ister inanmayalım ama insanlar canlılar âleminin “aptal” laşabilen yegâne varlıklarıdır ve yeryüzünde insandan başka “aptal” laşan bir canlı örneği göstermek mümkün değildir.
“Akıl”olaylar ve olgular arasında gerçekçi bir şekilde “sebep-sonuç” ilişkileri kurabilme becerisidir. İnsan başta olmak üzere tüm canlılar “akılcılık” olarak tanımladığımız “nedensellik” örüntüsünü kurabilme becerisiyle dünyaya gelirler ve normal şartlar altında bu beceri sayesinde de “ne yapıldığında ne olduğu, ne olacağı” gerçeğini deneyimleyerek görürler. Ancak ne var insanlar tarafından uydurulmuş varsayımlara dayalı kültürlerimizi öğrendikçe de yaşamın gerçekliği ile en ufak bir ilişkisi olmayan hayali, uydurulmuş, varsayımsal“sebep-sonuç” ilişkileri ile tanışır, onlarla koşullandırılır, yaşamın olayları ve olguları arasında  “gerçek” lik dışı “nedensellik” örüntüleri kurmaya başlarlar. Örneğin Hintli ineği kutsal olarak öğrenir onun etinden faydalanacağına o kutsallığından habersiz hayvana ibadet eder ve Müslüman’da domuzu haram olarak kabul eder, etinden faydalanmaz hatta o günahsız hayvandan iğrenir. Her iki örnekte de kültürler tarafından domuz ve inek gibi doğal varlıklara “gerçek” lik dışı anlamlar yüklenmiş, “gerçek” lik çarpıtılmış, dolaylı olarak da o kültürlerde yetişenler doğaya ve dünyaya yabancılaştırılmışiyiyi kötüden, yararlıyı zararlıdan, gerçeği gerçek dışından ayırt edemez bir hale sokulmuştur. Bütün dindarlar tanrıya ibadet ettiklerinde, tanrının emir ve talimatları doğrultusunda yaşadıklarında öldükten sonra cennete gidip, tanrı tarafından mükâfatlandırılacaklarına inanırlar. Oysa evrenin milyarlarca ışık yılı derinliklerini bile gözlemleyebilen sofistike teleskoplar öldükten sonra insanoğlunun gidebileceği bir “öbür dünya” ya rastlayamamıştır. Ama atalarının geliştirdiği “gerçek” lik dışı kültürler ile şartlandırılan, koşullandırılan milyarlarca insan günümüzde “bilgi”çağında bile “öbür dünya” varsayımlarına, hiçbir dayanağı olmayan benzer palavralara, hurafelere inanır. Hiçbir canlının hiçbir zaman gidemeyeceği, hiçbir kimsenin nerede olduğunu bilemediği, söyleyemediği bir“öbür dünya” da yaşanacağı varsayılan “sonsuz” bir ruhsal yaşam hayali muhakkak ki insanın binlerce yıllık kültürleri vasıtasıyla doğa “gerçek” liğine ne kadar yabancılaşabileceğinin basit bir göstergesidir. Basit bir karşılaştırma yapacak olursak ineğin kutsallığına inanan bir insan ile o ineğin sıradan bir canlı varlık olduğuna inanan başka bir insanın aynı “akıl” düzeyine sahip olamayacağını göz önüne aldığımızda kültürlerin saçma sapan anlamlandırmalar yoluyla halklarını ne kadar doğaya yabancılaştırıp, insanlarını “aptal” laştırabilecekleri kendiliğinden ortaya çıkar.